Tapas

Bu başlığın altında, tabi ne aradığınızla da çok alakalı ama, aslında 1 haftalık Barcelona gezimizin anlamlı bir özetini bulmak mümkün.
Şöyle başlayalım...
Mekana ait amerikan servisin evvelki bir ziyarette Elif'in iş arkadaşı tarafından hatıra olarak alınışı, Barcelona'ya gittiği öğrenilince tavsiyelerle Elif'e verilişi ve bizimle tekrar anavatanına dönüş hikayesi paralelinde Elif'in daha Havaşla şehre giriş anımızda gözüne takılan TXAPELA Tapas restauranta ertesi günlerde bir Park Güell gezisi yorgunluğuyla atıyoruz kendimizi. İlk Tapas & Sangria deneyimimiz için tam anlamıyla en uygun ortam. Bahsi geçen ve aynı zamanda menu vasifesi gören amerikan serviste görselleri ve fiyatları ile beraber tapas çeşitlerini buluyor, numaralarını garson abiye sıralamak suretiyle bir dizi tapas ı hupletme girişimini başlatıyoruz. 


Bolca deniz ve domuz şeysi barındıran bu ekmek üstüler arasından dogru adresi secmek benim gibi deniz ve hayvan şeysi tüketiminden haz etmeyen bir mide için hayli zorlu olsa da yanlış seçimlerin beraberimdeki topaç grubu tarafından itirazsız hüpletileceğine şüphe yok. Tanesi 3-5 eurodan fiyatlanmış Tapas'larla ilgili genel yargı cüzdanı boşaltsak doymayacağımız yönünde. Nitekim 8-10 tanelerde zar zor durduruyoruz kendimizi, ve bu 5 çayı aktivitesini sonlandırarak akşam yemeğinin hülyalarına dalıyoruz. Ha unutmadan, Sangria ile ilgili görüşümüz de benzer. Bu lezzetli şerbetten 5 lt içsek bir işe yaramaz diyor, bir daha da içmiyoruz:)
Ama Tapas maceralarına devam ediyoruz...
Bir sonraki Tapas durağı kaykaycı Barcelona gençliğinin toplaşkı yeri Cente de Cultura Contemporania de Barcelona"nın önündeki meydanda bulunan Original Restaurant. 

Bir meydan bulduk, oh gençlik de burada takılıyor, yiyecek bir şeyler bulunur elbet deyip oturuyoruz meydana atılmış masalardan birine. Masaların hemen hemen hepsi dolu, bizimki de az önce boşalmış ve kirliler henüz duruyor. Bu sorun değil ama dert şu ki o kirliler takip eden 15-20 dk boyunca da öylece durmaya devam ediyor, biz de ısrarla oturmaya. (zira ayaklara kara sular inmiş başka bir yer arayacak mecal kalmamış kimsede). Yanımızdan sanki görünmezlik pelerinlerimiz üstümüzdeymiş gibi umursamazca geçip giden garsonlardan biri hişt pişt huu larımıza duyarsız kalamayıp sonunda sizinle "şu" ilgilenecek diye suratsız bir garson hatunu işaret ediyor. Bir 10 dk sonra hanımabla masayı temizleyebiliyor ve çok şükür ki sıra siparişe geliyor. Elimize tutuşturduğu elbetteki İspanyolca menuyle ilgili sorularımıza ters cevaplar alırken tapas konseptinin ekmek üstünün ötesine geçebildiğini idrak ediyoruz. Örneğin pek bir meşur kızarmış yeşil biber konseptiyle tanışıklığımız da bu ana denk geliyor. Biber, enfes soslu bir mantar, elbette patates bravas söylüyoruz. Mekandan umudumuzu kesmiş olmamız dolayısıyla bu kadar lezzetli olmalarına şaşıyoruz. 
Günün bombası Erhan'ın "cips" siparişiyle patlıyor! Garson ablanın bize olan nefreti katlanıyor, gözlerindeki aşağılayıcı bakışla açıkça dışa yansıyor. Menüde bulunmasına rağmen muhtemelen daha önce kimsenin sipariş vermemiş olduğu ve poşetiyle servis edilen patates cipsi(bu bizim can cipsler gibi bişi) geldiğinde hatunun neden oyle anlamsızca yüzümüze baktıgını anlıyoruz:) Ama hiç umursamadan onu da biramıza katık ediyoruz.
 
Tapas hikayelerinin son satırları Time Out'un, yörenin peynirleri, organik sosis çeşitleri, köy yemekleri ve muhteşem şarap listesi ile iskoç viskisi seçkisini överek anlattığı "Mam i Teca" restaurantta yazılıyor.
                                 
Bir önceki aksam gidip yer bulamadığımız 5 masalı ufak restaurant/bar'da Barcelona'daki son aksam yemeğimiz için rezervasyon yaptırıyoruz. Restaurantın sahipleri orta yaşlı çok şeker bir karı koca. Tek sorun sadece ve tamamiyle İspanyolca konuşuyor olmaları, e tabi menu de İspanyolca. Biz de seçimi teyzeye bırakıyor, donat masayı diyoruz.
Kozlenmiş kırmızı ve kızarmış yeşil biberler, biraz kalamar biraz long fish ve elbetteki sossage&beans.
                    

                                     Yanında da bu seçkiden bir kırmızı şarap..
 




Yine saatler süren yürüyüşün ardından yine açlık başa vuruyor ki tam da yerinde, La Rambla'nın ortasında "Mercat de la Boqueria" nın hemen de önündeyiz. İçeri girişimiz ve ne yiyeceğimize karar verişimiz arasında baya bir zaman geçtiğini karınlarımızdan gelen çığlıkları farkettiğimizde idrak ediyoruz. Ama  pırıl pırıl meyveler, iştah açıcı sebze, kuruyemiş ve tuhaf tuhaf balıklar ilgimizi ve iştahımızı cezbediyor, her tezgahın önünde dakikalar geçirmiş ve biraz da atıştırmış buluyoruz kendimizi. Bizim balık pazarının cook daha büyük, cok daha renkli, canlı ve heyecanlı versiyonu, ve tabi itiraf etmek gerekir ki daha turistik...


Ekip midelerin isyan bayrağını yüzyılın en pis, bol yağlı ve dolayısıyla en cezbedici mekanı Bar Boqueria'da indirmeye karar veriyor. Elbetteki menude bolca sosis ve böcek var; ha bir de Long Fish:) Tezgah arkasında şişko bir teyze ve iri kıyım bir abi aynı yağda kızartıveriyor hepsini, bizimkiler de şapırdata şapırdata götürüyor.


Ben tercihimi hemen karşısındaki Organik Market'ten yana kullanıyorum ne hikmetse ve 1 adet zeytinyağlı biber dolması ile azıcık salataya 10 euro vererek ağzımın payını alıyorum;  onlar organik diye kakalıyor, annem bin kat güzelini yapıyor.




Knidos Restaurant

Datça'nın virajlı yolları bizi her ne kadar dehşete düşürse de usta şöförümüz Kadir Utku sayesinde yarımada içindeki macelaralarımızı sürdürüyor ve hatta yolun sonunu görmeye cesaret edebiliyoruz. Eh tabi o kadar gittik, Türkiye'nin en güney batı ucunda bi gün batımı izlemeden döndük demeyi de kendimize yakıştıramıyoruz. O akşam üstü Knidos'a tam da en güzel zamanında varıyor, antik kenti geziyor, gün batımında fenere karşı kadeh kaldırıp rakılarını yudumlayan bir grup amcaya eşliği bir borç biliyoruz. 


Tabi herkes bizim gibi karayolunda sefillenmiyor. Knidos'un ufak iskelesinin bir ucunda demirlemiş lüküs yatlar diğer ucunda şirince bir restaurant. Güneş batar batmaz teknelerden inen şıkırdak turist arkadaşlar restauranta doluşuyor. Eh aksam yemeği saati de gelmiş. Biz de burda yesek batar mıyız diye kısa bir terakkinin ardından, paha biçilmez anılardan biri için Knidos Restaurant'a oturuyoruz. Rezervasyonumuz olmadığı için bize yer bulmakta zorlanan ekip çenemize dayanamayıp güzelce bir masaya yerleştiriyor bizi. Burası 2008 yaz başında (bizim gidişimizden birkac ay önce) açılmış bir aile işletmesi. Ailece vızır vızır koşturuyorlar masalara yetişebilmek için, hayli telaşlı... Aile pek bir sevimli, onların yetişemediği noktada imdatlarına yetişip mutfaktan açık büfe servise koyuluyoruz masamıza. Mezeler, ara sıcaklar, balıklar...
Klasik bir balık lokantası diyeceğim ama Ege'nin Akdeniz'le buluştugu noktada, bir deniz fenerinin gölgesinde, deniz ve dağların sessizliğinin ortasında ve milyonlarca yıldızın altında bir lokanta sanırım pek de klasik olamıyor:)



Üstelik sandığımız gibi cüzdanları boşaltmıyoruz:)
Enfes bir atmosferde bir parca telaşlı ama özünde lezzetli bir yemeğin ardından zirifi karanlıkta cep telefonu ışığıyla arabamızı buluyor, karnımız tok, ruhumuz huzurlu yine virajlara dalıyoruz..

Ver Coşkuyu!

Bir mucize eseri yetiştiğimiz uçağımız Antalya'ya aksam saatlerinde iniyor. Kadir'in yeri'nden bizi almaya gelen transfer aracımızın söförü Ali Abi ile Antalya havaalanı-Olympos arası yolculuğumuza başlıyoruz. Yol uzun, Ali abi hoşsohbet. 1 saat kadar yol aldıktan sonra "açmıyız çocuklar?" diye soruyor. Akşam yemeği yememişiz, bir de üzerine stresli bir yolculuk bizi hayli acıktırmış. Ali Abi'nin bir köftecisi var yol üzerinde "Antalya'ya her inişimde dönüşte mutlaka uğrarım diyor". Son dönemde hamburger ve köfteyle fazlaca haşırneşir olmuş midelerimiz için ilk tercih olmasa da o dakika itibariyle tek seçenek gibi görünen bu teklife hayır diyemiyoruz. Göynük kavşağını geçince sağa çekiyor Ali Abi, İstanbul'da da yol kenarlarında sıkca karşılaştığımız ve pek başarılılarını taddığımız arabacı köftecilerinden biri burası. Yani ilk bakışta...





VER COŞKUYU! "farkımızın ve tarzımızı farkındayız sloganıyla" ilk anda gönlümüzü feth ediyor. Kelimenin tam manasıyla bir yol üstü lezzet durağı! Tezgahta çılgın bir amca, mangal başında sakin bir teyze, karı koca, bir aile işletmesi aslında. Fonda gazete küpürleri, vergisini ödeyen bir seyyar satıcıyı metediyor.


Teyzenin mangalda közlediği kokoreçleri görünce gözümüz dönüyor. Bizler için 2 yarım geliyor!!! İçine biraz Ayşen Guruda (pul biber), biraz Adile Naşit( kekik) ve bana bolca domates. Amca köfte ve kokoreçleri pişirirken sürekli veriyor coşkuyu, anlatılmaz dinlemek lazım...
Erhan kokoreçi kuru ben domatesli seviyorum. Vercoşkuyu ikimizin de damak tadına hitap eden, hem Erhan'ın hem de benim bayıldığımız, yediğimiz en güzel kokoreçi yapıyor. Ve işte mutlu sonnn:


Roma Dondurması

Roma dondurması denilen olayla çocukluk yılarımda İzmir'de tanıştım. Her yer Roma dondurmacısıydı.O dönemde tek Palet dondurma da Panda idi:) Neyse İtalya'da yolumuza devam ederken batı sahillerinden (Meşhur Porto Fino, Santa Margherita) geçmiş, Pizza şehrini geçmiş,  San Gimignano'ya da doğru ilerliyorduk.

"Hah en sonunda vardık" dedik. Toscana ovasının ortasında bir tepede süper bir orta çağ şehri ve kalesi... Yukarı doğru çıkmaya başladığımızda buranın San Gimignano değil de Volterra diye başka bir orta çağ köyü olduğunu anlamamız zor olmadı zira tabela da öyle yazıyordu. Hadi dedik buraya da girelim.





İyi ki de girmişiz...Koca İtalya'da Roma dondurmasını en iyi yapan , Dünya Gelato Dondurma Şampiyonun bir dükkanı da buradaymış. Ben zaten kocaman "World number 1" yazısını görünce direk daldım. Gazete küpürleri, Amcanın kupa ile fotoğrafları falan ferken, 3 top Gelato dondurmayı hüpletmeye başlamıştım.





Dondurma deyince Assos Antik Limandaki Kervansaray otelin hemen yanındaki dondurmacıyı da Türkiye'de tek geçerim. Sakızlı, Ballı bademli dondurmaları mükemmel.

***
Balkabaa der ki:
Roma dondurması başlığının altında bahsedilmesi gereğinde ısrarcı olduğum bir diğer başarılı oluşum ise Barcelona da yer alıyor. Jaume Metrosu'nun cok yakınında Calle Llibreteria daki "Gelatti Di Marco". Roma dondurmasının her şeylisini yapan bu tükkanda seçim yapma konusu insanı hayli sıkıntıya sokuyor. Mangolu, Avakadolu, Karpuzlu, nerdeyse 1000 çeşit var! Ben son dönemin trendi "Mojito"lu olan ile her daim favorim karamelliden götürüyor Mojito'yu hayli başarılı buluyorum.


Şekilde görüldüğü üzere hepimiz büyük bir hazla gelaaati lerimizi götürüyoruz. Hatta bazı arkadaşlar kendini öylesine kaybediyor ki parmaklar da beraberinde gidiyor..
Peki Roma'da ya da Barlecona'da, ve hatta Assos'ta bile değil sadece ve sadece Istanbul'daysak ne yapalım, dondurmasız mı kalalım? Çok şükür ki güzel şehrimin iki yakasında da Roma dondurması için son derece tatminkar birer adres bulunmakta. Eğer Avrupa yakasındaysanız Bebebteki Mini Dondurma doğru adrestir. Adına yakışır şekilde minicik bir tükkanda yıllaaarrdır hizmet veren Mini dondurmanın içinden meyve ceviz fıstık parçaları fışkıran malzemesi bol sütü bol dondurmaları hüpleterek Bebek'ten hisara dogru yürümek bir yaz akşamüstüsünün mutluluk dolu aktivitesidir. Bir Boğaziçili için ise güneşli bir bahar öğleden sonrası dersi kırıp Bebek'e inmek Mini Dondurmadan alınan dondurmalarla bebek arkında bezmek, özlenen bir gelenektir.

De ki karşıya geçtik, de ki Çiya'da yemek yedik, modaya doğru yürüyüşe geçtik...
O zaman mutlakki Ali Usta'ya uğrayıp "mutlu son"a ermek gerek. Sakızlı, karadutlu, karamelli, cevizli, kaymaklı, ol çeşitli, bol lezzetli, yaz kış Kadıköylü'nün tek tercihi..

Benim çektiğim fotograf bir kış aksamına ait, Ali Ustanın  popülerliğini anlatmak için Dobisko.com dan bir alıntı yapmakta fayda var: