Berlin, Altın Adresler ve Bira!

Berlin'de Hisar Restoran ile başlayarak takip eden 3 gün boyunca hep dogru adreslerde birbirinden lezzetli yemek maceralarına dalıyoruz. 
Bunda 2 onemli etken var. Birincisi kutsal kitap Dost Yayınevi Berlin rehberi; daha once Italya, Barcelona, Amsterdam da bize yol gosteren bu dizi Berlin'de de hem yol hem yemek pusulamız oluyor. İkincisi ve aslında daha onemlisi hostelimizin (Grand Hostel Berlin) gece resepsiyon görevlisi sevgili arkadaşımız Thilo! Magic box tan bize sabun ve sampuan tedarik edişine minnettar kalarak başladığımız ilk diyolog 3 gün sonunda elemanın Berlin'in kurdu olduğuna kanaat getirmemizle noktalanıyor. Sonradan Fb dan ekleyip fotograflarını görünce arkadaşın tam bir "party animal "olduğu da belgeleniyor. 
Kahvaltı öğünü hostelde gerçekleşiyor. Peynir domates salam ve sallama olsa da cay, bir kahvaltı kültürleri olaması mutluluk verici. Ogle ogunleri cogunlukla atlanıyor ya da kentin dört bir yanını sarmış Xmas Market lar dan birinde sıcak şarap ve Currywurts eşliğinde geçiştiriliyor.




Dolayısıyla aksam yemekleri bu yazıya konu oluyor.
İkinci aksam yemeği mekanına alışveriş çılgınlıgı caddesi Kurfurstendamm'daki (bu cadde aynı kaldırımda 3 karşı kaldırımdma 2 H&M magazasıyla Elif için bir cennet olarak nitelenebilir. Diğer yandan caddedeki konsept Adidas mağazasını anlatmak için çıldırıyorum ama malesef bu blogun temasının dışında kalıyor) uzun yüyüyüşün ardından kutsal kitabın rehberliğinde ulaşıyoruz. XII Apostel Berlin'in en iyi Italyan restaurantlarından biri. Charlottenburg şubesi de hemen Sbann durağının karşısında.
Kitabın rezervasyon yaptırın uyarısını dinlemiyor, şansımızı deniyor, neyse ki şanslı cıkıyoruz. Kocaman bir restaurant ve oldukca kalabalık, ancak 5 dk içerisinde bize bir masa ayarlanıyor.  Açgözlülükle Bir Chicken Salat, Bir domates mozzerella ve bir scilya pizza (ıspanak, beyaz peynir ve sucuk) söylüyoruz. Yanında elbette "Haus Wine,1 liter please!" O kalabalığa rağmen siparişler cok kısa sürede geliyor. Önce salatalarımızı afiyetle yiyoruz. Porsiyonlar KOCAMAN ve cok leziz.  
 


Gerçekten pizza ya yer kalmayacak neredeyse. Ama arkamızdan ağlamasına göz yumamayız elbet. Onu da tüketiyoruz. Pizza incecik cıtır cıtır. Sucuk benim için biraz ağır ama ıspanak ve peynirleri didiklemek bile yeterince doyurucu. Güzel atmosfer güzel servis güzel yemek! Hesap: 60 Euro. Türk lirasına çevirmeden düşünmek gerek..:)


Ertesi aksam arkadaşımız Thilos'un yoluna giriyoruz. Geceye 25 metro durağı uzağımızdaki (U7 son durak) Spandau'da bulunan Avrupa'nın en büyük Xmas Market'ında başlıyoruz. Her taraf yemekciler, peynir, sosis, et satan büfeler, şekerciler, kuru yemişçiler... Buraya kadar gelmişken bir şeyler yemeden duracak halimiz yok. Günlerdir Çin yemeği sayıkladığımız için bu öğünde Chinese'de karar kılıyoruz. Kocaman bir tabak noodle elimizde C&A magazasının tentesi altında, başlayan sağanaktan korunarak o soğukta, o koşullarda, o lezzetli çin yemeğini götürüyoruz..
Ardından elimizde Sıcak Şarap ve kavrulmuş tatlı fıstık ile pazarı turluyor, karnavalda birkaç oyun oynuyor ve rotamızı Potsdamer Platz a çeiriyoruz. Metro çıkışında yine bir Xmas Market var bunu pas geçip MOMMSEN ECKHAUS (HAUS DER 100 BIERE) yi buluyoruz. Biz bu ismi duyunca sağlam bir Alman bira evi hayal etmiştik haliyle ancak mekan hiç beklediğimiz gibi değil, kafeden bozma, kantine çalan, çok aydınlık, çok kötü dekore edilmiş -hatta edilmemiş bile, bir mekan.. Ama menude gerçekten 100 çeşit bira var! Biz de buna konsantre oluyoruz. Bu 100 den 4 tane seçip deniyoruz.


Murphies Irish Red, Erdinger Weisbier, Leffe Blond, Berliner Kindl


 Irish Red her daim favorimiz!!!

Mekanı sevmiyoruz, fiyatlar da hayli tuzlu, yola devam ediyoruz...
Gecelere akmak üzere Schönhauser Alle'deki "White Trash" adlı mekana doğru ilerliyor, bu çok ilginç mekanı elimizle koymuş gibi buluyoruz. Saat 1 sularında önunde hafiften sıra oluşmaya başlamış mekana 6 şar euro enterance fee yi bayılarak giriyoruz. Bir Fast Food Restaurant kisvesi altında çılgın bir gece kulübü, canlı müzik ve canlı showlar! Mekanın üst katı restaurant tarafı, eskiden çin lokantasıymış, fazla masrafa gerek duymayan mekan sahibi yeni mekanı da bu dekorun uzerine bir yığın sacma Rock&metal konseptli saçmalıklar ekleyerek fantazik bir oluşuma imza atmış, masalardaki kırmızı pitikareli örtuler de ayrı bir hikaye. Son dönemin popüler kelimesini cümle içerisinde kullanmaktan kendimi alamayacağım. Harbiden "Kitch"! Ekip de bu anlayışın bi uzantısı. Garsonlar kılık kıyafet, sohbet, 10 numara sıyırmış tipler, camekanda sanatını icra eden bir kabare ekibi, gec saatte sahnede hard core bir Alman Rock grubu. Alt kat karanlık leş bir performans hall, sahnede Almanca şarkılarla kalabalığı delirten bir grup var. Sağda upuzun bir kafes içerisindeki barda içkinizi ufacık pencereden alıveriyorsunuz. Artık taşımaktan yorgun düştüğümüz fotoğraf makinesini girişte vestiyere bıraktığımız için malesef ki, bu kareleri ölümsüzleştiremiyoruz. Ancak webs itelerinden birkaç kareyi fikir vermesi acısından sizler için seçiyorum:





Berlin'deki son aksam yemeği için altın adresimizi yine Thilo'nun tavisyesiyle buluyoruz. Tiergarten Metro binasının altında bulunan TIERGARTEN QUELLE'yi, Berlin'deki en keyifli mekanımız seçiyoruz.
Çok seker bir mekan; eski tahta masalar, duvarlarda her birinin üzerine ziyaretci notları yazılı çizili bardak altları. Çok şeker bir garson ve ENFESSS YEMEKLER! Ortaya bir greek salat, bana bir Schnitzel,  Erhan'a da Berlin'deki son akşamımız şerefine Nürnberg Sausages söylüyoruz. Bira tercihimiz Lemke Unfiltered. Birayı çok başarılı buluyoruz. Yemekler ise anlatılmaz, yaşanır. Kahretsin ki fotograf makinesini bu kez de odada bırakmışız, pişmanlık dorukta. Erhan'ın VGA cep telefonu kamerasıyla çektiğimiz fotograflar bile yetecek ama onları da bluetooth şifresini bulup bir türlü aktaramayınca, teknolojisizliğe kurban gidiyoruz, benim betim kabiliyetimde mahsur kalıyoruz.
Koskocaman schnitzelim enfes bir manyar sos, patates kroket ve ekstra salata ile geliyor. Erhan'ın sosislerinin yanında ise leziz bir patates salatası var. Tabaklar resmen kafam kadar.
Patlayana kadar her yudumunda mutlulugumuzu katlamak suretiyle afiyetle götürüyoruz porsiyonlarımızı,
Yİne de 3 te 1i arkamızdan ağlamak suretiyle tabaklarımızda kalıyor. Amma ve lakin zevkin son noktası olan dondurmalı Apple Strudel'i sipariş vermeme artık pantalonumu zorlayan göbüşüm bile engel olamıyor.

Berlin'e kesinlikle tekrar gitmek gerekiyor!


Grand Hostel Berlin ile ilgili önemli not: Berlin'de kalınacak adres budur! Metro istasyonuna 2 dk temiz kocaman odalar, ihtisamli bir yatak, super kahvaltı, super ekip! 10 numara!

Berlin'de Ocakbaşı

Berlin'de ilk aksam yemeği için enteresan bir secim, buna itirazımız yok. Zira cok da bilincli bir tercih değildi bu seferki. Berlin sokaklarında bir lezzet arayışıyla başlayan yürüyüş, 1.saatin ardından bilinmeyene doğru ilerleyen ve Türk diyarı Kreuzberg'de noktalanan ilk metro yolculuğu... Kutsal kitap da bu kez yol göstermiyor, kader ağlarını örüyor, Kreuzberg'in en hareketli lokantası bizi çağırıyor. Hisar Restaurant'ın kapısında bir hayli ayak diretiyorum ama soğuk ve açlığa daha fazla direnemiyor içeri giriyorum.




Berlin'in en iyi Türk lokantasının Kreuzberg subesi Alman misafirlerine aksam yemeği servisinde, tüm masalar  dolu. Baş garson Kenan Abi biz yarı donmuş, aç hemşerilerini hemen ocakbaşına yerleştiriyor. Mekana attığımız ilk adımda başlayan memleket muhabbeti, takip eden 2 saat boyunca hızını hiç kaybetmiyor. Kenan Abi 20 senedir Berlin'de yaşayan eski Göztepeli (İstanbul) hossohbet bir abimiz. Bir yandan masayı donatıyor diğer yandan kah Berlin kah İstanbul anılarını anlatıyor.

Senem'e Beyti, Erhan'a Adana, bana da en vejeteryanından bir Gavurdağı ardından da yogurtlu bulgur pilavı:) Salata bekleneni vermiyor ancak sıcacık pideyi kebapların salcasına banarak bile doyuyorum ben. Ustelik rakı içitim bira çtim de demiyor, son teklif künefeyi de reddetmiyor, afiyetle yiyorum pek tabi...


Erhan ve Senem'in dogru adreste oldukları ise besbelli; Etler Erhan'ın yorumuyla "İstanbul'dakilere taş çıkarırır". Burada "İstanbuldakiler" referansından tam kasıt ne bilemiyoruz, açıklamayı kendisinden bekliyoruz...

Senem bir kadeh de rakı soyleyip son noktayı koyuyor. Haliyle muhabbet koyulaşıyor masadaki yeni rakı bardaklarının sayısı artıyor. "Neyse karnımızı doyurur cıkarız" diye daldığımız mekanda 2 saat oturuyor, super insanlarla tanışıyor, damaklara lezzetli lokmalar konduruyor ve İstanbul'da bir türlü fırsat bulup da yapamadığımız Ocakbaşı Keyfini Berlin'de sürüyoruz.


Sonradan Facebook dan ekleştiğimiz Kenan Abi'ye bir kez daha misafirperverliği için teşekkür ediyoruz:) İstanbul'da yapacağımız rakı&balık sefasını da blogumuza taşımayı umuyoruzzzz...





Maria'nın Bahcesi'nde Aksam Sefası

Kahvaltısına doyamadığımız Maria'yı bu kez de aksam yemeği için bahcesinde ziyaret ediyoruz. Malesef bu kez kış gercekten gelmiş bahçede değil ama bir o kadar şirin iç mekanda oturuyoruz. Ziyaretimizin kutsal nedeni Ufuk'un askere gidişi, neşeli bir masayı güzel yemeklerle donatma vakti.





Masayı süsleyen karides cipsleri ve tazecik, envai ceşit ekmek fazla dayanmıyor; rakı ve kırmızı saraptan oluşan içki seckimizin yanında Ege mezeleriyle başlıyor gece. Ege'nin incileri Kabak Çiçeği ve girit dolması, portakal soslu kereviz, Ege salatası... Kabak çiçekleri günlük olarak, ekspres karyogla, Tire'den geliyor, enginar da Ödemişten! Bu kısım benim favorim. Ozellikle portakal soslu kerevizden bir kilo yiyebilirim.






Sonrasında deniz ürünleri kategorisine geciyoruz ki masayı asıl mest eden kısım bu oluyor. Kalamar Akordeon, Ahtapot ve Midyeli Salma...
Ahtapot ve kalamar da Yunanistan’dan getiriliyor. (bu kısmı cok anlamadım :) Ege'nin bu kıyısında yok mu sanki?)





Bir hikmet var ki herkes her yudumuna bayılıyor "Lokum gibi" tabir edilen kalamar'ı kim bitirdi herkes birbirini sucluyor. Hepsinden birer tabak daha gelince haliyle ana yemeğe yer kalmıyor. Ama Erhan'ın hep soylediği gibi "Midede tatlının yeri ayrı!".
İsimleri birbirinden çekici tatlıları garson da oyle bir betimliyor ki hayali kendinden daha lezzetli. Çikolatalı sufle, karadutlu cheesecake, çikolatalı browni, ayva tatlısı ve bahcenin rüyası! Tatlılar sunumları& görünüşleriyle de büyülüyor. Herkes hepsinden bir lokma alıyor tabi. Ancak beraberinde soylenen 1 buyuk rakı ve saraptan mıdır bilinmez tatlılar beklenen tadı vermiyor. Damaklar bu macerayı ufak da olsa hüsranla bitiriyor. 



İşte o an mekandaki sessizlik bizim gürültümüzü bastırıyor. Canlı müzik çoktan susmus, masalar temizlenmiş, Maria abla günü kapamak için kasaya geçmiş.. Boylece Maria'nın bahcesinde tadından yenmez bir cumartesi aksamı daha geçmiş gitmiş...

Selin&Memo Nişan Yemeği

Bu sayılır mı? Tam da emin değilim.. Hiçbirinizin, hatta hiçbirimizin bu ortamda bu yemekleri yiyebilme şansı yok bir daha. Ama topac olmak için de en güzel neden değil mi aslında?

Selin & Memocan çiftinin sonunda mürvetlerine erme yolunca attıkları bu adım şerefine başta  Sevgili Selma teyzem olmak üzere  tüm komşu ve akraba teyzelerin marifeterini gözler onune seren sofra, hem Selin'in kostumuyle uyumlu hem de lezzetli pasta ve pek tabi nişan çikolatası..



 

İnsan stresten yiyemezmiş! Pehhh, külliyen yalan...

İstanbul'a pastırma yazı düşmüş o hafta sonu. Günler süren yağmurun ardından güneş yüzünü göstermekle kalmıyor, bir de insanın içini ısıtıyor. Havaya yakışır bir kasvette geçen haftanın ardından, bu güneşli güne yakışır bir kahvaltıyla hafta sonunu kutsamak gerekiyor.
Yorgun düşmüş bedenleri yataktan sokup almak ve güneşi görüp kendini sokağa atan istanbullu'nun arasından sıyrılıp karşıya geçmek ve Kadir kankamın yeni evini bulmak hayli zaman alıyor. Açlık başa vuruyor. Bu uzun yolculuk harika bir durakta noktalanıyor ki hepsine değiyor.
Maria'nın Bahcesi artık bir "Karşı İnsanı" olan Kadirciğimin buluşu. Aslında yeni bir mekan değil ama karşıya uzak kalan bizlerin haberi olamamış bu güne kadar.

Mekana girer girmez, o bahar sabahı tazeliğini hissediyor, ananemin bahçesine yıllar sonra geri dönüyorum.

  
Kavanoz kavanoz reçeller, tursular; saksılarda biber, portakal, nar çiçekleri.. Porselen tabaklar, geniş tahta sandalyeler, kandiller.. Gerçekten tam bir ege bahcesi..
Mekana adını veren Maria abla da bahcesinin bir kosesine kurulmuş türk kahvesini yudumluyor ve gurme dergileri karıştırıyor:)


 Kahvaltı sofrasına ilk gelen, renkleri ve kokularıyla baş döndüren reçellerle dolu bir tabak. Sonra çeşit çeşit peynirler, bahceden domateas&salatalık, bahcenin yumurtası, cıtır çıtır ev böreği ve tazecik simit:)




Ananemin vitrininden kaçırılmış porselen tabaklarımızı dolduruyor hapur hupur yemeye koyuluyor, bu lezzetleri arılarla paylaşmaktan gocunmuyoruz.

Bu kallavi kahfaltıya fazlasıyla değecek bir hesap geliyor, ki zaten çayın son yudumunda yenisini getiren garson abi çok iyi bir bahşişi hakediyor.

Maria'nın bahçesindeki hikaye burada bitmemeli diyor bu hafta için de aksam yemeği rezervasyonu yaptırıyoruz. Kabak çiçeği dolması ve ege otları ile ilgili yorumlar cok yakında...


Tapas

Bu başlığın altında, tabi ne aradığınızla da çok alakalı ama, aslında 1 haftalık Barcelona gezimizin anlamlı bir özetini bulmak mümkün.
Şöyle başlayalım...
Mekana ait amerikan servisin evvelki bir ziyarette Elif'in iş arkadaşı tarafından hatıra olarak alınışı, Barcelona'ya gittiği öğrenilince tavsiyelerle Elif'e verilişi ve bizimle tekrar anavatanına dönüş hikayesi paralelinde Elif'in daha Havaşla şehre giriş anımızda gözüne takılan TXAPELA Tapas restauranta ertesi günlerde bir Park Güell gezisi yorgunluğuyla atıyoruz kendimizi. İlk Tapas & Sangria deneyimimiz için tam anlamıyla en uygun ortam. Bahsi geçen ve aynı zamanda menu vasifesi gören amerikan serviste görselleri ve fiyatları ile beraber tapas çeşitlerini buluyor, numaralarını garson abiye sıralamak suretiyle bir dizi tapas ı hupletme girişimini başlatıyoruz. 


Bolca deniz ve domuz şeysi barındıran bu ekmek üstüler arasından dogru adresi secmek benim gibi deniz ve hayvan şeysi tüketiminden haz etmeyen bir mide için hayli zorlu olsa da yanlış seçimlerin beraberimdeki topaç grubu tarafından itirazsız hüpletileceğine şüphe yok. Tanesi 3-5 eurodan fiyatlanmış Tapas'larla ilgili genel yargı cüzdanı boşaltsak doymayacağımız yönünde. Nitekim 8-10 tanelerde zar zor durduruyoruz kendimizi, ve bu 5 çayı aktivitesini sonlandırarak akşam yemeğinin hülyalarına dalıyoruz. Ha unutmadan, Sangria ile ilgili görüşümüz de benzer. Bu lezzetli şerbetten 5 lt içsek bir işe yaramaz diyor, bir daha da içmiyoruz:)
Ama Tapas maceralarına devam ediyoruz...
Bir sonraki Tapas durağı kaykaycı Barcelona gençliğinin toplaşkı yeri Cente de Cultura Contemporania de Barcelona"nın önündeki meydanda bulunan Original Restaurant. 

Bir meydan bulduk, oh gençlik de burada takılıyor, yiyecek bir şeyler bulunur elbet deyip oturuyoruz meydana atılmış masalardan birine. Masaların hemen hemen hepsi dolu, bizimki de az önce boşalmış ve kirliler henüz duruyor. Bu sorun değil ama dert şu ki o kirliler takip eden 15-20 dk boyunca da öylece durmaya devam ediyor, biz de ısrarla oturmaya. (zira ayaklara kara sular inmiş başka bir yer arayacak mecal kalmamış kimsede). Yanımızdan sanki görünmezlik pelerinlerimiz üstümüzdeymiş gibi umursamazca geçip giden garsonlardan biri hişt pişt huu larımıza duyarsız kalamayıp sonunda sizinle "şu" ilgilenecek diye suratsız bir garson hatunu işaret ediyor. Bir 10 dk sonra hanımabla masayı temizleyebiliyor ve çok şükür ki sıra siparişe geliyor. Elimize tutuşturduğu elbetteki İspanyolca menuyle ilgili sorularımıza ters cevaplar alırken tapas konseptinin ekmek üstünün ötesine geçebildiğini idrak ediyoruz. Örneğin pek bir meşur kızarmış yeşil biber konseptiyle tanışıklığımız da bu ana denk geliyor. Biber, enfes soslu bir mantar, elbette patates bravas söylüyoruz. Mekandan umudumuzu kesmiş olmamız dolayısıyla bu kadar lezzetli olmalarına şaşıyoruz. 
Günün bombası Erhan'ın "cips" siparişiyle patlıyor! Garson ablanın bize olan nefreti katlanıyor, gözlerindeki aşağılayıcı bakışla açıkça dışa yansıyor. Menüde bulunmasına rağmen muhtemelen daha önce kimsenin sipariş vermemiş olduğu ve poşetiyle servis edilen patates cipsi(bu bizim can cipsler gibi bişi) geldiğinde hatunun neden oyle anlamsızca yüzümüze baktıgını anlıyoruz:) Ama hiç umursamadan onu da biramıza katık ediyoruz.
 
Tapas hikayelerinin son satırları Time Out'un, yörenin peynirleri, organik sosis çeşitleri, köy yemekleri ve muhteşem şarap listesi ile iskoç viskisi seçkisini överek anlattığı "Mam i Teca" restaurantta yazılıyor.
                                 
Bir önceki aksam gidip yer bulamadığımız 5 masalı ufak restaurant/bar'da Barcelona'daki son aksam yemeğimiz için rezervasyon yaptırıyoruz. Restaurantın sahipleri orta yaşlı çok şeker bir karı koca. Tek sorun sadece ve tamamiyle İspanyolca konuşuyor olmaları, e tabi menu de İspanyolca. Biz de seçimi teyzeye bırakıyor, donat masayı diyoruz.
Kozlenmiş kırmızı ve kızarmış yeşil biberler, biraz kalamar biraz long fish ve elbetteki sossage&beans.
                    

                                     Yanında da bu seçkiden bir kırmızı şarap..
 




Yine saatler süren yürüyüşün ardından yine açlık başa vuruyor ki tam da yerinde, La Rambla'nın ortasında "Mercat de la Boqueria" nın hemen de önündeyiz. İçeri girişimiz ve ne yiyeceğimize karar verişimiz arasında baya bir zaman geçtiğini karınlarımızdan gelen çığlıkları farkettiğimizde idrak ediyoruz. Ama  pırıl pırıl meyveler, iştah açıcı sebze, kuruyemiş ve tuhaf tuhaf balıklar ilgimizi ve iştahımızı cezbediyor, her tezgahın önünde dakikalar geçirmiş ve biraz da atıştırmış buluyoruz kendimizi. Bizim balık pazarının cook daha büyük, cok daha renkli, canlı ve heyecanlı versiyonu, ve tabi itiraf etmek gerekir ki daha turistik...


Ekip midelerin isyan bayrağını yüzyılın en pis, bol yağlı ve dolayısıyla en cezbedici mekanı Bar Boqueria'da indirmeye karar veriyor. Elbetteki menude bolca sosis ve böcek var; ha bir de Long Fish:) Tezgah arkasında şişko bir teyze ve iri kıyım bir abi aynı yağda kızartıveriyor hepsini, bizimkiler de şapırdata şapırdata götürüyor.


Ben tercihimi hemen karşısındaki Organik Market'ten yana kullanıyorum ne hikmetse ve 1 adet zeytinyağlı biber dolması ile azıcık salataya 10 euro vererek ağzımın payını alıyorum;  onlar organik diye kakalıyor, annem bin kat güzelini yapıyor.




Knidos Restaurant

Datça'nın virajlı yolları bizi her ne kadar dehşete düşürse de usta şöförümüz Kadir Utku sayesinde yarımada içindeki macelaralarımızı sürdürüyor ve hatta yolun sonunu görmeye cesaret edebiliyoruz. Eh tabi o kadar gittik, Türkiye'nin en güney batı ucunda bi gün batımı izlemeden döndük demeyi de kendimize yakıştıramıyoruz. O akşam üstü Knidos'a tam da en güzel zamanında varıyor, antik kenti geziyor, gün batımında fenere karşı kadeh kaldırıp rakılarını yudumlayan bir grup amcaya eşliği bir borç biliyoruz. 


Tabi herkes bizim gibi karayolunda sefillenmiyor. Knidos'un ufak iskelesinin bir ucunda demirlemiş lüküs yatlar diğer ucunda şirince bir restaurant. Güneş batar batmaz teknelerden inen şıkırdak turist arkadaşlar restauranta doluşuyor. Eh aksam yemeği saati de gelmiş. Biz de burda yesek batar mıyız diye kısa bir terakkinin ardından, paha biçilmez anılardan biri için Knidos Restaurant'a oturuyoruz. Rezervasyonumuz olmadığı için bize yer bulmakta zorlanan ekip çenemize dayanamayıp güzelce bir masaya yerleştiriyor bizi. Burası 2008 yaz başında (bizim gidişimizden birkac ay önce) açılmış bir aile işletmesi. Ailece vızır vızır koşturuyorlar masalara yetişebilmek için, hayli telaşlı... Aile pek bir sevimli, onların yetişemediği noktada imdatlarına yetişip mutfaktan açık büfe servise koyuluyoruz masamıza. Mezeler, ara sıcaklar, balıklar...
Klasik bir balık lokantası diyeceğim ama Ege'nin Akdeniz'le buluştugu noktada, bir deniz fenerinin gölgesinde, deniz ve dağların sessizliğinin ortasında ve milyonlarca yıldızın altında bir lokanta sanırım pek de klasik olamıyor:)



Üstelik sandığımız gibi cüzdanları boşaltmıyoruz:)
Enfes bir atmosferde bir parca telaşlı ama özünde lezzetli bir yemeğin ardından zirifi karanlıkta cep telefonu ışığıyla arabamızı buluyor, karnımız tok, ruhumuz huzurlu yine virajlara dalıyoruz..

Ver Coşkuyu!

Bir mucize eseri yetiştiğimiz uçağımız Antalya'ya aksam saatlerinde iniyor. Kadir'in yeri'nden bizi almaya gelen transfer aracımızın söförü Ali Abi ile Antalya havaalanı-Olympos arası yolculuğumuza başlıyoruz. Yol uzun, Ali abi hoşsohbet. 1 saat kadar yol aldıktan sonra "açmıyız çocuklar?" diye soruyor. Akşam yemeği yememişiz, bir de üzerine stresli bir yolculuk bizi hayli acıktırmış. Ali Abi'nin bir köftecisi var yol üzerinde "Antalya'ya her inişimde dönüşte mutlaka uğrarım diyor". Son dönemde hamburger ve köfteyle fazlaca haşırneşir olmuş midelerimiz için ilk tercih olmasa da o dakika itibariyle tek seçenek gibi görünen bu teklife hayır diyemiyoruz. Göynük kavşağını geçince sağa çekiyor Ali Abi, İstanbul'da da yol kenarlarında sıkca karşılaştığımız ve pek başarılılarını taddığımız arabacı köftecilerinden biri burası. Yani ilk bakışta...





VER COŞKUYU! "farkımızın ve tarzımızı farkındayız sloganıyla" ilk anda gönlümüzü feth ediyor. Kelimenin tam manasıyla bir yol üstü lezzet durağı! Tezgahta çılgın bir amca, mangal başında sakin bir teyze, karı koca, bir aile işletmesi aslında. Fonda gazete küpürleri, vergisini ödeyen bir seyyar satıcıyı metediyor.


Teyzenin mangalda közlediği kokoreçleri görünce gözümüz dönüyor. Bizler için 2 yarım geliyor!!! İçine biraz Ayşen Guruda (pul biber), biraz Adile Naşit( kekik) ve bana bolca domates. Amca köfte ve kokoreçleri pişirirken sürekli veriyor coşkuyu, anlatılmaz dinlemek lazım...
Erhan kokoreçi kuru ben domatesli seviyorum. Vercoşkuyu ikimizin de damak tadına hitap eden, hem Erhan'ın hem de benim bayıldığımız, yediğimiz en güzel kokoreçi yapıyor. Ve işte mutlu sonnn:


Roma Dondurması

Roma dondurması denilen olayla çocukluk yılarımda İzmir'de tanıştım. Her yer Roma dondurmacısıydı.O dönemde tek Palet dondurma da Panda idi:) Neyse İtalya'da yolumuza devam ederken batı sahillerinden (Meşhur Porto Fino, Santa Margherita) geçmiş, Pizza şehrini geçmiş,  San Gimignano'ya da doğru ilerliyorduk.

"Hah en sonunda vardık" dedik. Toscana ovasının ortasında bir tepede süper bir orta çağ şehri ve kalesi... Yukarı doğru çıkmaya başladığımızda buranın San Gimignano değil de Volterra diye başka bir orta çağ köyü olduğunu anlamamız zor olmadı zira tabela da öyle yazıyordu. Hadi dedik buraya da girelim.





İyi ki de girmişiz...Koca İtalya'da Roma dondurmasını en iyi yapan , Dünya Gelato Dondurma Şampiyonun bir dükkanı da buradaymış. Ben zaten kocaman "World number 1" yazısını görünce direk daldım. Gazete küpürleri, Amcanın kupa ile fotoğrafları falan ferken, 3 top Gelato dondurmayı hüpletmeye başlamıştım.





Dondurma deyince Assos Antik Limandaki Kervansaray otelin hemen yanındaki dondurmacıyı da Türkiye'de tek geçerim. Sakızlı, Ballı bademli dondurmaları mükemmel.

***
Balkabaa der ki:
Roma dondurması başlığının altında bahsedilmesi gereğinde ısrarcı olduğum bir diğer başarılı oluşum ise Barcelona da yer alıyor. Jaume Metrosu'nun cok yakınında Calle Llibreteria daki "Gelatti Di Marco". Roma dondurmasının her şeylisini yapan bu tükkanda seçim yapma konusu insanı hayli sıkıntıya sokuyor. Mangolu, Avakadolu, Karpuzlu, nerdeyse 1000 çeşit var! Ben son dönemin trendi "Mojito"lu olan ile her daim favorim karamelliden götürüyor Mojito'yu hayli başarılı buluyorum.


Şekilde görüldüğü üzere hepimiz büyük bir hazla gelaaati lerimizi götürüyoruz. Hatta bazı arkadaşlar kendini öylesine kaybediyor ki parmaklar da beraberinde gidiyor..
Peki Roma'da ya da Barlecona'da, ve hatta Assos'ta bile değil sadece ve sadece Istanbul'daysak ne yapalım, dondurmasız mı kalalım? Çok şükür ki güzel şehrimin iki yakasında da Roma dondurması için son derece tatminkar birer adres bulunmakta. Eğer Avrupa yakasındaysanız Bebebteki Mini Dondurma doğru adrestir. Adına yakışır şekilde minicik bir tükkanda yıllaaarrdır hizmet veren Mini dondurmanın içinden meyve ceviz fıstık parçaları fışkıran malzemesi bol sütü bol dondurmaları hüpleterek Bebek'ten hisara dogru yürümek bir yaz akşamüstüsünün mutluluk dolu aktivitesidir. Bir Boğaziçili için ise güneşli bir bahar öğleden sonrası dersi kırıp Bebek'e inmek Mini Dondurmadan alınan dondurmalarla bebek arkında bezmek, özlenen bir gelenektir.

De ki karşıya geçtik, de ki Çiya'da yemek yedik, modaya doğru yürüyüşe geçtik...
O zaman mutlakki Ali Usta'ya uğrayıp "mutlu son"a ermek gerek. Sakızlı, karadutlu, karamelli, cevizli, kaymaklı, ol çeşitli, bol lezzetli, yaz kış Kadıköylü'nün tek tercihi..

Benim çektiğim fotograf bir kış aksamına ait, Ali Ustanın  popülerliğini anlatmak için Dobisko.com dan bir alıntı yapmakta fayda var:



Böğürtlenli Muffin :)

Tabiki sadece dışarda yemiyoruz!
İşte bu da benim eserim:

Son dönemde evimizde yükselen böğürtlen trendi Migros'tan 5.99'a aldığımız muffin kaplarıyla buluşunca ortaya aha da bunlar cıktı:

Tarif vermiyorum, internette bolca var..
Önemli olan el mahareti:P

Pizza Pizza!

Milano'ya akşam saatlerinde varıyoruz. Havalanından kiraladığımız arabayı teslim alırken yetkili abladan GPS istemektense, "Do you have the map of the town?" sorusunu soruyor; ve 8 günlük seyahatimiz boyunca "Clara" yerine bana ulvi "co-pilot" ünvanını kazandıracak başarılı bir harekete imza atıyoruz. Dolayısıyla Milano şehir merkezine varışımız, otelimizi buluşumuz ve açlıktan ölmek üzere kendimizi dışarı atışımız gece yarısını buluyor.
Şehri dolaşıp en beğendiğimiz yerde yemekten ziyade, ilk gördüğümüz yerde, ne bulduysak onu yiyeceğimiz kesin. Şans bu ki ilk gördüğümüz yer, tüm seyahat boyunca neredeyse en severek yemek yediğimiz yer oluyor. 

(Bu fotoğrafı ertesi sabah çekiyoruz tabi:) )
Buenos Aires Caddesi'nde bulunan Loreto Meydanı'nda, hemen de Metro girişinin karşısında bir köşe restoran; "STOP Grigleria STOP Cafetteria STOP Pizzeria!". Tamam adı biraz dandik, ama içi klasik bir italyan restoranı; enfes pizza, kareli örtüler, bağırarak konuşan insanlar.
Mekan o saatte bile baya doluca..
Menude pizzalar, makarnalar ve çeşit çeşit biralar var. Hemen bir pizza söylüyoruz, büyük olur paylaşırız diye. Evet mantarlı pizzamız büyük, ama masaya gelişi ve bitişi arasında dakikalar bile geçmiyor. Ispanaklı ve mozzerellalı olan hemen arkasından onu takip ediyor. Pizzalar incecik, yağsız, çıtır çıtır; İtalya'da olduğumuzu o an idrak ediyoruz:)


Bir de bira mevzusu var ki, hayli önemli! Yıllar yılı fıçı fıçı içtiğimiz Efes, Erhan'ın ayrı bir hevesle sarıldığı Tuborg ve takip eden ama çok da fark getiremeyen diğerleriyle (TAPS bu noktada bir umut ışığı olmuştu aslında ama, neyse şimdi..) şişmiş ama mutluluğu bulamamış midelerimize bayram ettirecek cinsten 50 çeşit bira var menude. Ondan, bundan,şundan nerdeyse hepsinden (:P) söylüyoruz sırayla. Tabi bi köşeye not etmiş olsak bugün bu satırlarda adları da geçecek caanım biralar afiyetle içildikleriyle kalıyor; eh işşallah bi dahaki sefere..

Polenezköy'de Kendin Pişir Kendin Ye


Eh henuz bahceli bir evimiz yok. Dolayısıyla "Mangal mı yapsak?" sorununa verilecek en popüler cevabımız Polenezkoy! Günübirlik mangal turlarımızın favori rotası, özellikle ilkbahar ve sonbaharda çok kalabalık olmayan Polenezkoy, sakin, huzurlu bir orman yürüyüşünün ardından mis gibi bir mangal keyfi için ideal. Üstelik Avrupa yakasında oturmamıza ragmen, haftasonunu trafiksizliğinde ikinci köprüden çok kolay ulaşıyoruz.

Belli başlı 2 mekanımız var. "Stella Pansiyon" ve "Yeji Dohoda Bahçe Et Mangal". Stella hem 10 odalı bir pansiyon hem de kendin pişir kendin ye hizmeti veren bir restoran. Ekip son derece ilgili, etler leziz (pişiren de de maharet var elbet), közde domates&biber yanında, salata ve patates kızartması bol kepce, e tabi bir de turşu var sofrada :)

Ve Emrah usta iş başında.. 
 

Yeji Dohoda Bahçe kahvaltı servisi de bulunan ama kendin pişir kendin ye üzerine ihtisaslaşmış bir işletme. Süper bir bahçeye kurulmuş, çimlerin üzerinden her an teletabiler koşup gececekmiş hissi veren. Erken saatlerde gidip top oynayı ip atlamak, hop hop hoplayıp zıp zıp zıplamak mümkün. 
Gel gelelim servis konusu biraz problematik. Genellikle cok kalabalık olması ve az adam çalıştırması sebebiyle garsonu yakalamakta, sipariş vermekte ve siparinize kavuşmakta  zorlanıyorsunuz. Üzerinde "soguk içiniz" ibaresi bulunan sıvı gıdaları sıcak getirmek konusundaki ısrarlı tavırlar da can sıkıcı olabiliyor. Yine de mangal yanınca hepsi unutuluyor. Açık hava kesinlikle iştah açıyor.